Doğan Özdemir -Şahları da vururlar!
Şahları da vururlar!
Yıllar önceydi; gönlümüzde yanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin ateşi içimizi ısıtıyordu. Dünyada emperyalizm tarafından kurgulanan ülkeleri parçalama ve yöneticilerini kendi kuklaları yapma savaşı tüm hızıyla sürüyordu. Elbette bizim ülkemiz de bundan kısmetini alacaktı!
İşte henüz o aşamaya gelmemiş; ama adım adım bataklığın içine doğru çekildiğimiz süreçti. İran’da bir şubat günü, 1979’da, Şaha karşı kurulan savaşı kazanmış görüntüsüyle İmam Humeyni Fransa’dan ülkesinde kendine hazırlanan koltuğa doğru uçmaktaydı. Kafalar karışıktı; faşist şah(!) devrilmiş, halk artık özgürleşecekti! Öyle ya; sol bile Humeynicilerle işbirliği yapmıştı… Ezilen halk bundan sonra demokrasiyle tanışacaktı! Bu, kutsal bir duyguydu!
Hainlerin oyunlarının bitmez-tükenmez olduğunu emperyalizmi daha iyi tanıdıkça biraz daha acı çekerek öğreniyorduk! Amaç halka demokrasi getirmek değil; “dinci” bir ülke yaratmaktı… İlk iş olarak önceden verilen sözler bir tarafa atılıverdi; sol parti ve taraftarları acil düşman ilan ediliverdiler; tutuklandılar, asıldılar, yok edildiler! Demokrasiyi konuşmak bile suç oldu; şeriat, elinde kanlı kılıcıyla yönetime el koydu. Sonrasını çoğunuz yaşayarak öğrendiniz zaten… Halk; özgürlük kavramından dinci şeriat yapılanması anlamıştı. Yıllardan beri bu dinci baskıyı azaltmanın kavgasını veren İran’da henüz bu yolda yürüyenler bir adım yolu bile zor alabildiler.
İşte 1979’da yaşanan devrim “şahları da vururlar” duygusunu çoğaltmıştı yüreklerde… Ama vurulan şahların yerine kimlerin geleceğini iyi hesaplayamayanların bedelini çok ağır ödeyeceği de unutulmaz bir ders olacak; emperyalizm bunu bizlere “Arap Baharı”nda acı bir şekilde öğretecekti.
Ülkemizdeki Cumhuriyet kazanımlarını koruma gayretindeki kişiler bu dinci darbeden çok ürktüler. Ancak en büyük aymazlık olarak; demokrasi adına, demokrasiyi yıkmaya yeminli güruhların savunuculuğuna soyundular! İpte oynayan cambazı görüp, ceplerini ve geleceklerini boşaltanların farkına varmakta çok geç kaldılar.
Din ve inanç özgürlüğü adına kişisel özgürlükleri desteklerken, aslında örgütlü bir gerici yapılanmanın mağaraların karanlıklarında ağlarını örmelerinin yolunu da açtılar. Kırılma noktası da tam bu idi!… İnanç özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, istediği gibi yaşama özgürlüğü adı altında, tamamen kişisel olması geren ve mutlaka korunması da zorunlu olan davranışların arkasındaki, devletin demokratik ve laik geleceğine dinamit koyacak örgütlenmeleri ya görmezden geldiler, ya da daha büyük bir aymazlıkla bunların bir şey yapamayacağını sandılar! Hatta yaratılan “mahalle baskısı” onlara fren oldu.
Hâlbuki emperyalizmin “böl-parçala-yönet” yöntemi son zamanlarda “ılımlı İslam” tarafına evrilmeye başlamıştı. Hümanizmanın ve özgürlüklerin gereği olarak yarın boğazlarını kesmekte bir an bile duraksamayacak dinci yapılanmaların oluşmasına demokratik bir eylem olarak bakıldı. Böylece geldik bu güne!…
Dinci yapı asla çoğulculuğu kabul etmeyeceğinden doğası gereği bir “tek adam” sistemi yaratacaktı. İdeolojisi; bir lidere “mutlak biat ve itaat” olan dincilik ve bunun ayrılmazı baskıcı diktatörlük sistemleri ancak böyle gelişebilirdi; gelişti. İlk fırsatta onlara bu ortamı sağlayanları “düşman” ilan ederek kendi kitlelerini sürekli kontrolde ve harekete hazır halde tutarak, ülke bu siyasete uygun olarak bölündü, insanlar “ötekileştirildi!”
Şimdi böyle bir durumu anlamaya çalışıyoruz; bu kadar yokluk, yolsuzluk, bölünmüşlük, adaletsizlik, güvensizlik ortamına rağmen halkın nasıl olup ta böyle bir oluşumu halen desteklemekte olduğunu anlamaya çalışıyor, ama anlayamıyoruz!
Aslında her şey ortada; ülkede yaratılan bölünmüşlük, “bizden olanlar ve diğerleri” hali sadece bir tarafın işine yarıyor. Bu zamana kadar hiçbir toplumsal olayın içine girmeden hep kuvvetliden yana olmayı marifet bilmiş kitle, ilk defa çok kuvvetli bir ortak tutkal ile kendilerini birbirine yapıştırılmış hissediyor. Tüm dini, milli, insani değerlerin içi boşaltıldığından söylenen gerçeklerin hangi taraftan okunduğu önem kazanıyor!
Örneğin; hırsızlığın, ırz düşmanlığının suç olduğunu normal koşullarda tartışmasız kabul eden ve buna karşı çıkan biri, şimdi bu tür eylemin kimin tarafından geldiğine bakarak görmezden gelebiliyor; hatta savunusu bile olabiliyor! İşte bu çürümüşlük, insanların sadece ayrıştırıp “yandaş” saydıkları kitlelere yaşama hakkı tanırken, “ötekileştirdiği ve düşman konumuna getirilen” kitleyi ise yok etme ortamı sağlıyor. Şu anda yaşanan siyasetin özeti budur!
“Ne yapılabilir?” sorusu ise ötekileştirilen tarafın aynı yöntemle dağılmadan bir arada durarak, bıkmadan-usanmadan, halkın içinde, halkın karşısına geçerek, yaratılmış düş âleminin yerine gerçekleri tek tek örnekleriyle anlatmaktır. Hedef asla kişiler olmamalı; sistemin tepeden tırnağa tüm yanlış ve kötülüğü açıklanmalıdır.
Kolay olmayacağı; ancak başka seçenek de olmadığı açıktır. Kişilerle uğraşmak, bataklık dururken sivrisinekleri tek tek öldürmeye benzer, sonuç alınamaz. Halkın karnının doymadığı yerde hiçbir ekonomik sistem işe yaramaz. Bu nedenle somut çözümler içeren kısa ve öz cümlelerle gelecekte bunların yaptıklarının tersini yaparak üretmeyi ve hep birlikte paylaşıp doyunmayı anlatmak görevimiz olmalıdır.
Karnı doyan kişi ancak o andan sonra çevresindeki diğer sorunlarla daha yakından ve daha mantıklı ilgilenecektir. Muhalefet böyle yapılmalıdır.