Yazarlar

Doğan Özdemir – Atatürk Ve Meclis Ve Diktatörler

Paylaş:

Günümüzde hâkim zihniyetin sık sık Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’yü eleştirmek için “Tek Partili Dönem”e laf attıkları görülmektedir. O zamanları bir diktatörlük, bu iki büyük lideri de diktatör olarak anlatır ve suçlarlar. Bu söylem yandaş tabakada epeyce prim yaptığından siyasetlerinin olmazsa olmazı halindedir.
Tüm dikkatleri bu konuya çekerken gizlemek istedikleri bazı gerçekler vardır. Örneğin; ülkenin daha Kurtuluş Savaşı’nı verirken bile BMM’nin kurulmuş ve çalışmakta olduğunu görmezden gelirler. O iki kahraman, en sıkıntılı günlerinde, düşman top seslerinin meclis duvarlarında yankılandığı zamanlarda bile ne meclisi daha uzaklara kaçırmaya olur vermiş, ne de çalışmalarına ara vermişlerdir. Çünkü onlar için meclis tüm halkın ortak sesi ve en üst makamdır!
Günümüzde ise TBMM işlevi tartışılır bir konuma getirilmiştir. Talimatla inen kalkan parmaklar hepimizin geleceğini belirlemektedir. Vekillerin biat ve itaat edenlerinin özgür irade, insanlık onuru, seçilmiş olmanın görevleri ve sorumlulukları ve ettikleri yemin hiçe sayılmakta, “kaldır parmak-indir parmak” yöntemine uyanlar da ödüllendirilmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü, savaşı yönetirken bile meclisten yetki alan, her kararın mecliste alınmasını sağlayan, “Savaş var, o zaman sıkıyönetim de olsun, ben ne dersem o olsun” düşüncesini aklının ucundan bile geçirmeyecek kadar demokrasi aşığıdır!
Şimdi mecliste en haklı bir yasada bile kendi partisinin aldığı karara karşı çıkabilecek, bırakın eleştirmeyi, oy vermemeye kalkabilecek bir vekil olmuş mudur? Demokrasinin parmak çoğunluğu olduğu sanısı, liderin kesin talimatı “özgür irade”yi “özürlü irade” haline getirmemiş midir?
İstenen, özellikle siyaseten yaratılan yandaş kitlelerin akıllarına, demokrasi ve özgür irade gibi kavramların asla sokulmaması gerektiğidir. Aksi halde her şeyi tek başına bilen ve her dediği kesin doğru(!) olan liderin o zaman ne hükmü kalır ki? Dini ve etnik kökeni siyasi malzeme olarak kullanmayı göze alanların elbette yaratacakları yandaş kitlelerinin kontrol edilebilir olması zorunludur. Bu kitleye bir “hedef” gerekir; bu da satır aralarında gösterilir. İşte yaratılan bu algı sonucu Atatürk ve İnönü’ye; özellikle Atatürk’e laf söylemekten çekindikleri durumlarda İnönü üzerinden ona saldırmayı adet haline getirenler, o dönemin koşullarında henüz yeni bir söylem olan Demokrasiyi, zorunlu bir süre devam edecek Tek Parti Dönemini, onun hâkim olacağı BMM’ni temel hedef yapacaklardır.
Hâlbuki o savaş koşullarında bile halkın kendi temsilcilerini seçerek partileşmesinin önemi savunulmuş, buna özendirilmiştir. Ancak koşullar uzun süre bunu engellemiştir. Kurtuluştan sonra Kuruluş döneminde ise “az zamanda çok işler yapmanın” gururu ile “kulluktan vatandaşlığa geçiş” en az sancısıyla atlatılmaya çalışılmıştır.
Tek Partinin diktatörlük olduğunu iddia edenler elbette o kutsal BMM’nde çıkarılması istenen yasalar için ne kadar uzun ve sert tartışmalar yapıldığını görmezden gelecektir. Elinde fırsat olduğu halde diktatör; yani Padişah ve Halife olması an meselesi iken buna hiç yanaşmadan, en yakın silah arkadaşları ile bile kavgayı göze alarak Cumhuriyet ve Demokrasiyi savunan bu kişiye halen diktatör diyecek olan varsa vicdanından şüphe etmek gerekir!…
Halbuki şimdi ileri derecede demokrasi içinde yüzen meclisimizde iktidarın istediği tüm yasalar içeriği ne olursa olsun tamamı çıkmış; istemediği hiçbir yasa ise asla çıkmamıştır!… Bunları unuttuk mu yoksa?
Şimdi tekrar düşünelim, elimizi vicdanımıza koyalım; Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin tamamlayıcısı olan “Toprak Reformu” kanunu, tüm ricasına rağmen BMM’nde kabul edilmediğinde “yüce meclisin iradesidir” diyerek buna karşı bir şey yapamayan Atatürk mü diktatördü?
İşte o kanun değil midir ki ülkede DP’yi yaratmıştır? O zaman DP’yi kuranlar da CHP’de değiller miydi? Yani mecliste muhalefet yapılmasına en demokratik haliyle izin veren biri mi diktatör olacaktı? Ya da yenileceğini bile bile “Çok Partili Dönem”e geçişi sağlayan İnönü mü diktatördü, demokrasi düşmanıydı?
Demokrasinin ve eşitliğin temelinde, ağaların tekelinde toplanmış toprağın ihtiyaç sahibi halka dağıtımı gelmektedir. Tekelleşme ve sömürü düzeni ancak böyle ortadan kalkabilir. Ama DP’yi kuranların yapısına baktığınızda Şeyh-Şıh ve Toprak Ağalarından oluşması acaba bir rastlantı mıdır?
Eğer kapanmasaydı bu gün dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olacağımızı kesin olan Köy Enstitüleri kimlerin zorlamasıyla kapatılmıştı? İnönü döneminde olması onun kapattığı anlamına sokularak hedef gösterenlerin konuyu dikkatle okumalarını öğütlerim. Ülkenin toprak ağalarının bu kurumlara şiddetle karşı çıkmaları ve kapatılması için yaptıkları partiler üstü baskının göz ardı edilmemesi gerekir. O gün de bir dayatmanın kurbanı olarak halkın ve ülkenin geleceğini düşünen değil, kendi geleceğini düşünen şeyh, şıh ve ağaların işbirliği bu sonucu getirmiştir. Çünkü bu güruh ekmeğine ortak, yetkisine engel olacak kişileri yaşatmazdı!…
İşte bu durumları bildikleri halde, o devrimlerin ekmeği ile beslenerek bu günlere gelenler şimdi ayaklarına kurşun sıkar gibi Cumhuriyete, demokrasiye, hukuk devleti olmaya, çağdaşlığa, eşit vatandaşlığa karşı çıkmakta, kula kulluk etmeyi yeğlemektedirler.
Şimdi o günleri eleştirenlerin bizlere sundukları olayları hep birlikte yaşıyoruz. Meclisin saygınlığı, MV olmanın gereksizliği ve işe yaramazlığı, iktidarın sorgulanmasının teorik olmaktan öte geçemediği, her konuda tek bir kişinin karar verdiği demokrasi ipine un serildiği bir süreci yaşıyoruz. Kıyaslamak sizin elinizde; açın bilgisayarı, sorun gogl amcaya, göstersin istediğinizi… Ülkede demokrasi artık sadece ansiklopedilerde kalmış durumdadır.
Bu düşünce, giderek diktatörlüğü, tek adamlığı, halkın bölünmesini ve emperyalistlerin yıllardır intikam için diş biledikleri günlere dönebilmenin hayalini kurmalarına, bu nedenle de tüm güçleriyle destekledikleri kötü günleri yaşamamıza neden olmaktadır.
Bu tuzağa düşmeyelim. Kimin dost, kimin düşman olduğunu görelim. Sapla samanı karıştırmayalım. Demokrasi demekle demokraside yaşanamayacağını anlayalım.
Ne olursa olsun, gidilecek yol yine demokrasi içinde kalmalıdır. Asla ülkenin bütünlüğünden, çağdaş demokrasiden, eşit vatandaşlıktan vaz geçmemeliyiz. Yoksa bedeli hepimizin ödeyeceği ve çok acı olacağı açıktır.

Paylaş:

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu