Yazarlar

Doğan Özdemir – Yazmak

Paylaş:

Yazmak

İnsanoğlu birlikte yaşamaya başladığından beri karşılıklı anlaşabilmenin yöntemlerini araştırmaya başladı. Önce tek tük hecelerden ortak kullanılıp anlamı anlaşılabilen sözcükler, sonra da bunu daha da geliştirerek cümleler kurmayı başardı. Birbirine yakın olan topluluklar aynı ortak dili konuşmaya başladılar. Uzaklarda olanlar ise yine kendilerine özgü diller geliştirmiş olmalı…

Zaman ilerledikçe sadece konuşmak ya da işaretlerle anlaşmak yetmedi; başka birine bir not bırakılacağı ya da bir haber gönderileceği zaman iş ezbere dayanıyordu ve zordu. Bunu da resim ve yazı ile çözdü. Mağaranın duvarına çizilen bir mamut resminin avlanma ile ilgili bir mesaj olabileceği düşünülür oldu. Zamanla değişik yazı çeşitleri de ortaya çıktı.

Günümüze kadar kanat tüyü ve isten yapılan mürekkeple ilkel papiruslara, ceylan derilerine ve benzeri malzemelere yazılıp geleceğe not düşülmesinden kâğıdın icadına, oradan da öncelikle tükenmez kalemin keşfine kadar yazı ve yazılacak malzemelerde çok hızlı gelişmeler sağlandı. Daktilo, Steno ve bilgisayarla klavyenin keşfinden sonra ise yazmak son derece kolaylaştı. Yazılanları depolamak ve saklamak ise artık ufacık belleklere binlerce kitabın sığdırılmasına kadar geldi.

Yazmak zamanla bir tutkuya dönüştü. Günümüzde sosyal medya denen çılgınlığa tutulan çocuğundan en yaşlısına kadar insanoğlunun her birinin ayrı ayrı birer yazar olduğunu da şaşırarak görüyoruz. Yazar olmanın ille bir kitap yazmak anlamında olmadığı; bu medyada okur-yazarlığı tartışılan kişilerin bile şakır şakır yazdığını görmek de çok ilginç!…

Yazmanın bir tutku olduğunu söylemiştim. “Okudukça cahilliğimi öğreniyorum” sözünü çok severim. Buna bağlı olarak okumayı seven kişilerin mutlaka epeyce bilgi birikimleri olacağına da inanırım. Burada önemli olan şudur; insanın belli bir ömrü olduğu ve sonunda ölüp gideceği yadsınamaz bir gerçek olduğuna göre, beynimizde biriktirdiğimiz bu kadar çok bilgiyi mutlaka gün yüzüne çıkarmamız gerekir. Beynimiz de bizimle birlikte ölüp gideceğinden bizden sonrakilere bize ait bilgileri bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Ve inanıyorum ki o bilgiler zamanla mutlaka birilerinin dayanak kitapları olabilecektir. Beynimizin kıvrımları arsındaki bilgiler bizimle beraber yok olmak yerine kayıtlara geçebilecek kitaplar halinde gün ışığına çıkarılmalıdır.

Yaklaşık 5 yıldır biriken notlarımı tam 5 kez elden geçirerek bir kitap haline getirdim ve şu anda kitabım raflara çıktı. Zor karar verdim, uzun süre direndim, ama yukarıda yazdığım gerekçeleri bir kez daha düşününce beynimdekilerin gün ışığına çıkmasının doğru olacağını anladım.

Anı yazmanın ne kadar zor oluğunu da bu süreçte öğrenmiş oldum. Kendinizin yaşantısını anlatmak başkaları için ne kadar çekici olabilirdi? Ya da kendinizi anlatırken doğrulara ne denli sadık kalabilirdiniz? Kendinizi anlattınız diyelim; olaylarda adı geçenleri nasıl anlatacaktınız? Bunlar gerçekten zor sorulardı.

Anı yazmanın sadece kendini anlatmak olmadığını da zamanla öğrenmiş oldum. Evet; konunun öznesi sizdiniz. Ancak kitabınızda yer verdiğiniz bir zaman süreci vardı. Bu süreç içinde siz yaşarken çevreniz, ülke ve dünya da yaşamaktaydı. İster istemez o sürecin sizin yaşamınıza etkileri oluyordu. İşte önemli olan da bunları yakalayabilmek, o süreçte neler olup bittiğini de aktarabilmekti. Yani anı yazmak; kuru bir yaşam öyküsü de değildi, bir tarihçe de değildi, bir konferans da değildi! Tüm bunları birbiri içinde eriterek, harmanlayarak belleklerde düşünme ve tartışma da yaratabilecek bir konu oluşturup anlatabilmekti.

Bunu düşünerek ilk kitabım “Acısıyla Tatlısıyla (Avucumuzdan Akıveren Anılar-1)”ı yazdım. 35 yaşıma kadar olan 1956-1990 dönemini bulunduğum kentlere ve ortamlara göre yaşamın akışı içinde anlatmaya çalıştım. Umarım becerebilmişimdir.

Paylaş:

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu