
Verilmek istenen tüm “çağdaş” görünüme rağmen monarşiler elbette feodal kalıntılardır. Günümüzdeki işlevinin demokrasi karşıtlığı olduğu da bir gerçektir. Her ne kadar İngiliz monarşisi için demokrasiye uyumlu, hatta demokrasinin koruyucusu dense de aynı tespit bu gerici kurum için de geçerlidir.
Tarihi seyri malum; sanayi devriminin ardından gelişen sosyal devrimlerle çoğu yerde silinmiş kurumlardır bunlar. Tüccarların, bankacıların yani kapitalist sınıfın siyasi gücü ele geçirilmesiyle bitirilmişlerdir. Fransa örneği açıklayıcıdır; yükselen burjuvazi çıkarları önünde engel olan Fransız monarşisini yıkıp yerini aldı bilindiği gibi. Monarşilerin çöküşü kapitalizmin zaferidir elbette.
İngiltere’de durum farklılık gösteriyor, zaten bu nedenle hala ya da nasıl olduğu konusunda kafalar karışık. İngiliz burjuvazisinin (Marx’ın deyimiyle burjuvazinin ilerici olduğu dönemlerde) verdiği uzun karşı mücadeleye rağmen İngiliz monarşisi varlığını sürdürebildi. (On yıl sürmüş bir Cumhuriyet dönemine rağmen). İngiltere’ye has bu durum ayrı bir yazının konusudur elbette.
Onsuz nefes alamazlar
Yazılı bir anayasanın olmadığı Birleşik Krallık’ta, hükümdarın kesin siyasi otorite olduğunu anımsatarak belirtelim: İngliz monarşisi, onun temsilcisi (kral ya da kraliçe) asla sembolik değildir. Ülkede bir hükümet hükümdarın onayı olmadan kurulamaz. Ülkenin memurları, askerleri ya da polisleri hükümdara bağlılık yemini etmek zorundadır. Bu yemini etmeyen kişinin milletvekili ya da bakan olmasına da olanak yoktur. Örnek olarak hapishanedeyken milletvekili seçilen, (açlık grevinde ölmüştür) İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) militanı Boby Sands verilebilir. Halk tarafından seçilmesine rağmen Kraliçe’ye bağlılık yemini etmediği için milletvekilliği kabul edilmemişti, malum
Sembolik denen kraliyet, sembolikse neden sivil hükümetler ya da seçkin kesimler onu çoğu zaman bir manipule aracı olarak kullanıyor? Demokrasinin koruyucusu olan(!) Kraliyet’in (Kraliçe’nin), hakkındaki soruşturmalardan kaçmak için, olağanüstü bir durum da yokken Boris Johnson’un parlamentoyu tatil etme teklifine onay vermesi, bunun yakın tarihteki son örneğidir. Johnson’ın talebini kabul eden seçilmemiş devlet şefi Kraliçe, seçilmiş milletvekillerinin Johnson’u sorugulamasını engellemek için bir “araç” olduğunu göstermiş oldu. Yapısı gereği demokrasiye düşman olan bu kurum, egemen sınıfların dostudur.
Hükümdarın yetkilerinin çoğu arasında, seçilmiş bir hükümeti görevden alabilmek de alıyor. Örnek mi isteniyor? Birleşik Krallık’ın coğrafi sırlarının dışında kalan ancak siyasi olarak monarşiye bağlı olan Avustralya’da 11 Kasım 1975’te seçilmiş İşçi Partisi hükümeti bizzat Kraliçe Elizabeth tarafından devrilmişti.
Yeryüzünün en güçlüsü
Sembolik olduğuna inanılması istenen hükümdar hem Devlet Başkanı hem de Başkomutandır. Hükümetler ona aittir.Tüm resmi kurumların, donanma da dahil hepsinin başında Kraliyet sıfatı yer almak zorundadır. Hava Kuvvetleri Kraliyet Hava Kuvvetleri adını taşır. Hükümetler kurulduktan sonra mutlaka onun onayını almak zorundadır. Yeryüzündeki en güçlü insan olduğu daha nasıl anlatılabilir?
Peki neden siyasi konulardan uzak bir duruşa sahiptir hükümdar? Varlığını sürdürebilmesi, parlamentodan gelen saldırılar karşısında (bir ihtimal) savunmasız hale gelmemesi için tarafsız görünmek zorundadır da ondan. Sembolik(!) olan bu kuruma neden hükümetin harcamalarından daha çok para tahsis ediliyor? Düşünün Kraliçe toplumda huzursuzluklar arttığında ancak 1992 yılında vergiye tabii tutulabildi. Kişisel servetinin yanında sözü bile edilemeyecek bir meblağdır bu.
‘Sembolik’ vahşetler miydi?
Kraliçe Elizabeth’in saltanatı sırasında öne çıkan beş büyük vahşet vardır ki “sembolik” monarşinin ne olduğu konusunda öğreticidir. Bunlardan ilki 1948-1960 arası süren Malezya’daki Malay vahşetidir. Elizabeth Kraliçe olmadan dört yıl önce başlamıştır ama Kraliçe ilan edildikten sonra sekiz yıl sürmüştür bu vahşet. İngiliz ordusu ile İngiliz sömürgecisiliğine karşı mücadele eden bağımsızlık yanlısı Malaya Komünist Partisi’nin askeri kanadı Malaya Ulusal Kurtuluş Ordusu (MNLA) arasında süren bir gerilla savaşıydı bu. MNLA ile bağlantılı olduğu iddiasıyla 400 bin ila 1 milyon arasında insan kamplara dolduruldu İngilizlerce. 7 bine yakın gerilla ile 3 binden fazla sivil yaşamını yitirdi bu savaşta.
Kenya’da Mau Mau olarak bilinen 1952-1960 arası yaşanan savaşta 90 bin Kenyalı öldürüldü. Binlerce işkence kurbanı olduğunu da belirtelim tabii. Yemen’deki 1962-1969 arası yaşanan, Gizli Savaş olarak adlandırılan savaşta İngilizler, bağımsızlık yanlısı güçlere karşı çıkan Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün gibi ülkelere destek verdi. İngiltere monarşisisi bu güçlere milyonlarca sterlin aktardı, savaş uçakları verdi. 200 bin kişi hayatını kaybetti bu savaşta.
O dönem, dünyanın üçüncü büyük komünist partisi olarak bilinen Endonezya Komünist Partisi’ne karşı ayaklanmayı İngiltere destekledi. Tahminen 500 bin ila 1 milyon Endonezyalı öldürüldü. 30 Ocak 1972 Kanlı Pazar vahşetini bilmeyen yoktur herhalde. Kuzey İrlanda’nın Derry kentinde bir yürüyüş sırasında İngiliz ordusu protestoculara ateş açtı 30 yakın sivil öldürüldü.
Bunlar en bilinen örnekler. Liste uzatılabilir. Tüm bunlarda, “barış ilan etme yetkisi” de olan Kraliçe’nin de onayı vardı. Gerçekten barışçı ise bu yetkisini kullanabilirdi. Tuhaftır, gerçekten hiç bir İngiliz hükümeti, eğer Kraliçe onay vermemiş olsaydı bu operasyonları yapamazdı. Binerce yıllık monarşinin sözğne söz söylememe geleneği uyarınca. Bu, Kraliçe’nin hükümetlerden daha vahşi, hükümetlerin daha barışçı olduğu anlamına gelmez, monarşinin çıkarlarının hükümetleriyle örtüşmesinin doğal sonucudur bu. Yani Monarşi ile parlamenter sistem birbirini tamamlayan kurumlardır. Bunlardan birinin “sembolik” olması gerçeğe aykırıdır.
Vahşetleri gerçek olana “sembolik” demek de..
Ne bileyim, tuhaf sanki.