DEMOKRASİ MELANETİ
“Son” isimli tiyatro oyunundan…
“Tüm bilgi dijital ortama aktarılmış, insanlar tek tek damgalanıp sınıflarına göre bölgelere yerleştirilmiş ve hafızalarını silen bedava yemeklerin etkisiyle her şeyi unutmaya başlamışlardır. Değiştirilmemiş gerçeklerin yazılı olduğu tek şey, tüm diğer belgelerle birlikte yok edilen işaretli kağıtlardır. Karşılayıcı ve onunla yolu kesişenler şimdi hem kendi unutturulmuş geçmişlerine sahip çıkmak hem de gerçekleri kendilerinden sonrakilere aktarabilmek için bu kağıtların peşindedir”
Türkiye birçok evreden geçmiş bir ülke olarak gölge ya da aşikâr birçok ihanet ve darbeler sarmalıyla birkaç kez yeniden başlamak zorunda kaldığı demokrasi yolculuğunda mevcudiyetini insanlarının balık hafızasına borçludur.
Size garip geldiğinin farkındayım…
40’ların sonunda başlayan çok partili hayata geçişle birlikte, genetiğine uymayan bu demokrasi melanetiniyle de baş etmeye çok çaba göstermiş bir toplumdur Türkiye…
İmparatorluk çatısı altında altı koca asır tek adam ve ailesinin gölgesinde hemvar olmaya alışık bir toplumun bugün yaşadığı travmanın asıl nedeninin demokrasi olduğundan şüphe yoktur. Başka ulusların ya da toplumların bir demokrasi mücadele tarihi vardır; acısıyla, göz yaşlarıyla, kanlarıyla ve canlarıyla elde ettikleri bir süreçtir bu tarih.
Osmanlı hanedanlığının son ferdinin yanlış ata oynayarak terki diyar eylemesiyle birlikte Türk Kurtuluş Muharebesinin muzaffer kumandanı Mustafa Kemal, okul yıllarından beri hayalini kurduğu ve üzerinde çalıştığı projeyi Cumhuriyet rejimini bu toplumun yönetim biçimi olarak ilan etmesiyle insanlar neye uğradığını şaşırmış halde buldular kendini…
Öyle ya…
Altı asır bir ailenin iki dudağı arasından çıkacak bir çift kader sözüne bağlı olan hayatınızın kararını artık siz vereceksiniz.
Hatta hakimiyet kayıtsız şartsız size verilmiş olacak…
Size…
Dile kolay altı asır sürmüş ve devrini tamamlamış olarak tarih sahnesinden silinen bir esaretten “Efendiler… Yarın Cumhuriyet’i ilan ediyoruz! …” cümlesiyle yönetimde söz sahibi olmuşsunuz…
Her ne kadar…
Memaliki Anadolu bu emri vakiyle ne olduğunu anlayamamış olsa da…
Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır diyerek esaretten ve işgalden çıkışın rehberliğini, liderliğini yapan adam, topu topu yüzde 2,5 olan okumuş insanı başlatacağı devrim ve inkılaplarla kulluktan vatandaşlığa taşıyarak bu konuda da deyim yerindeyse yeni bir toplumu yoktan var etmiştir.
Toplumun kulluğunun vatandaşlığa evrilmesi için köylerden kentlere başlayan bir yeni mücadele, kendini oluşturma, diriliş ve kendini buluş sürecinde bir takım çatlak sesler çıksa da devrim gerçekleşmiş, kulluktan millet olmaya, aynı kader için birlikte mücadele etmeye adım atılmıştır.
Ama bir sorun vardır…
Bu toplum geçen altı asır boyunca bırakın yarın ne olacağını, az sonra hanedanın hangi kararla kendini hangi cephede ne uğruna olduğunu dahi bilmediği bir harbe sürükleyecek diye düşünmekten aciz, başkalarının kararlarını yerine getiren bir yığın halindeydi.
Vatandaşlık bilgisi diye bir ders verildi; hakları, görevleri, hedefleri, değeri anlatıldı…
Cumhuriyet 10 yaşına geldiğinde okuma yazma oranından tutun, sanayileşme, üretim, tarım ve istihdamda yakalanan büyüme daha sonraki yılların en kudretli iktidarlarının bile bugün ulaşamayacağı biçimde gerçekleşmiş ve devlet “baba” unvanını alacak mertebeye ulaşmayı başarmıştı.
Bu cennet vatan canıyla boğuşurken, ağaç kovuklarına, mağaralara kendilerini hapsedip milli mücadelenin bırakın içinde olmayı işgal kuvvetleri başarılı olsun diye el ovuşturanların artıkları daha o yıllardan beri bu toplumun millet olma sürecine düşman, aydınlanmalarını sağlayanlara karşı da hep bir intikam nazarıyla baka geldiler.
Her toplum layık olduğu biçimde yönetilir…
Bu toplum, kulluğu öylesine içselleştirmişti ki, kendi seçtiklerine bile inanılmaz değerler atfederek onların gücüne biatı esas almayı ödev bilerek onlara da en büyük kötülüğü yapmıştır. Dile kolay altı asır kulluk yapan, düşünmek denen şeyin günah, eleştirmek denen şeyin suç olduğunu kanıksayan bir topluluğa düşünmeyi öğrettiğinde ilk düşüneceği şey maalesef bir nimet olan ve onu vatandaşlıkla şereflendiren düzen yerine asırlarca sırtında saltanat sürenlerin hükümranlığına dönüş özlemiyle burun buruna gelir.
Uzatmayalım…
İşte bu yüzdendir ki, kulluktan vatandaşlığa kağıt üstünde geçse de aklı hala altı asır sırtına binenlerin oluşturduğu nasırda olanlar, ülkeye dair hain emeli olanlarca dini donelerle her dönem avlanarak kullanılmaya müsait aptallar olarak değerlendirilmişlerdir.
Epeydir bir aldanma hikayesidir gidiyor…
Aldanmak asla tek taraflı bir eylem olmamakla birlikte aldanmak istemeyen birini asla aldatamazsınız… Dünya Yalancılar ve Sahtekarlar Ansiklopedisi’nde de belirtilir ki, aldananlar aldatılmanın hep etken tarafıdırlar. Aldanan kurnazdır aslında ama sonuç hayal ettikleri gibi gerçekleşmediğinden aldanmış olurlar… Düşündükleri gerçekleşse asla bu eylemi gündeme dahi getirmezler.
Ünlü dolandırıcı Sülün Osman’ı tanımayan yoktur; hani şu boğaz köprüsü ve taksim özgürlük anıtını filan en az elli kere satan ticaret dehası…
Ufak icraatlarından birinde enselenen daha doğrusu dolandırıldığını iddia edip mahkemeye başvuran birinin ihbarıyla yakalandığında hakime anlattığı hadise aldanmak ve aldatmak konusuna muhteşem bir örnektir.
Osman Efendi kurban olarak seçtiği adama yaklaşıp, (elinde sahte 4 bilezik vardır) eşinin hastanede olduğunu ve elindeki bilezikler bozdurup hastaneye 15 dakika içinde dönmesi gerektiğini, kuyumcuların da kapalı olduğundan çaresiz kaldığını, bin lira tutarındaki bu 4 bileziği 300 liraya satmak istediğini söylediğini aktarır. Adamın bir an için düşündüğünü sonra yanlarına gelen (kolpacı) bir adamın almak istemesi üzerine üçyüz lirayı kendine teslim edip kaçarcasına uzaklaştığını anlatır. Asıl dolandırıcının fırsatçının şikayet sahibi olan kişi olduğunu iddia eder. Hakim güler, olur mu adama sahte bilezikleri gerçek diye kaptırmışsın… Osman Efendi namı diğer Sülün Osman, “Ben ona altınların gerçek olduğunu söylemedim ki” der. “iyi de sahteymiş” der hakim. “Hayır, o beni aldattı aklı sıra… Çünkü benim düşkün olduğuma inanarak elimdeki bin liralık altını 300 liraya kapatmış olmanın keyfiyle kaçarcasına giderken altınların gerçek ya da sahte olduğunu değil, sabah kuyumcuya bunları satıp kazanacağı 700 liranın heyecanını yaşıyordu…” der.
Hiç yabancı bir duygu değil, değil mi?
Hani şu aldandık, aldatıldık diyenlerin muhabbetine bir bakın, aynı Sülün Osman Efendi’nin kurbanı gibi… Kendi yapamadıklarını/yapamayacaklarını birilerinin yapmasına göz yumup sonuç istemedikleri gibi gittiğinde aldatıldıklarını söylemek…
Hepten bu durum böyledir.
Ancak…
Kulluktan vatandaşlığa geçişin bocalamasından çıkamamış halk (büyük çoğunluk) aldandığının bilinmemesi için kendini aldatanları hala alkışlayarak onların “sizi de aldattık” dememeleri için bir nevi rüşvet vererek sahtekarları ödüllendirmektedir.
Ama hepsinin temelinde de düşünememe, düşünmeyi bilmeme, kendini birilerinin kulu, malı görme refleksi yatmaktadır. Aldanmak, aldatılmak daha kolaydır çünkü…
Aldanmamak ise çok yorucu bir uğraştır…
Öncelikle herşeyi sorgulama, düşünme ve analiz etme gereği var…
İyi de zaten düşünen biri vardır, ne gerek vardır…
Sorgulamak itaatsizliktir, hainliktir, oysa kulluk itaati emreder…
Analiz de nedir, ne söyleniyorsa odur zaten hakikat…
Ve işin garibi…
Bu topluluk daha doğrusu kullar unutur…
Hakikatte unutur mu bilinmez ama, muhteşem bir kendini inkara bile rıza göstererek bırakın bu ülkenin dününü ve yaşadığı acılarını, öğlen ne yediğini bile unutacak kadar mahirdir bu yığınlar.
Bu yüzden bu ülkede her şeyi kolayca yapabilirsiniz…
Çünkü kimse hatırlamaz…
Hatta haltı yiyen bile, sözü diyen bile unutur… Sonra çıkar inkâr eder ve yığınlar da onaylar…
Ama bu ülkede bir kesim daha var ki…
Yazımın girişinde verdiğim bir avuç insan gibi bu illetle mücadele etmek ve unutulan geçmişe dair kodlara ulaşmak için mücadele eder… Bazen o illet karşılarına koca bir millet olarak dikilir…
O işaretlere ulaşabilirler mi bilinmez ama…
Bu kuldan dönme vatandaşlıktan bozma toplum daha çok aldanma hikayelerini ve ardından gelecek şerefli inkarları alkışlamaya devam eder…
Çünkü, içinde yaşadığı ortamı acısını çekerek, mücadelesini vererek elde etmediğinden değersiz görür ve illa ki o geçen altı asır sırtındakilerin yarattığı nasırı kaşıyarak yaşamaya ve değiştirmeye iman etmiştir…
Ciğerlerine işlemiş nice darbeler alkışlamıştır bu yığınlar…
Sonra da hakaret etmiştir…
Unutmuştur çünkü…
Evlatlarına kastedenleri de alkışlamış, adeta tapmış ama sonra yuhalamıştır o güçler gücünü yitirdiğinde…
Unutmayı seçmiştir…
Ve hala aynı istikamette yola devam ediyorlar…
Çünkü unutmak işlerine geliyor…
Hatırlamamak, kerizliği kabul etmekten daha kolaylarına geliyor çünkü…
Ama bu onların suçu değil…
Suç, ta en başta…
Bunları alıp adam yerine koyup sonra da kulluktan vatandaşlığa geçirip sayanda…
Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsini sevdiğim cinsine çeker!
Yanlış mı be birader?
Mustafa Yaşar Dilsiz/Karakutu.15/12/2017
Jurnalci.com
Başa dön tuşu